top of page

Ay'ın Kızı Anlatıyor...

  • Yazarın fotoğrafı: Selver Akdoğan
    Selver Akdoğan
  • 21 Haz 2019
  • 8 dakikada okunur

Adı başlangıç ama nasıl başlayacağını bilmeyen bir küçüğün elinde bu kalem. Adım “ Ay'ın Kızı” Hikayem ise “Güneş'in Oğlu”


BAŞLANGIÇ

Bırak gönlünü, gönlünden gelen sesleri dahi nasıl yönlendireceğini bilmeyen biriyim. Her başlayan şey bitmeye mahkumdur. O yüzden bizim başlangıcımız bilinmez.

Onu ilk görüşümden bahsetmek isterim. Benim gibi bir kız ilk defa platonikleri oynuyor. Ben deniz, cesur, özgür içi içine sığmayan, dileğini alan dilediğini satan, istediği zaman gecenin karanlığında bir yıldız, istediği zaman gecenin karanlığından ayırt edemediğiniz o insan. İmkansızları severiz toplumca. Halk hikayeleri, fantezi kurgu türü destanlar, kitaplar… olağan üstülük her zaman çekici gelir. İşte benim hikayemde biraz normalin üstüdür.

Merak edersiniz ki, benim gibi bir kızın gönlünün kapısını aralayan bu esrarengiz adam kimdir? Güneş'in oğludur Güneş'in.

Bilirsiniz karanlık ile aydınlık aynı yerde bir tek tan vakti buluşabilirler. Benim gecem, onun sabahı… bir gün geldi çattı. Ben sıkılmışım gecenin sessizliğinden kendimce farklı arayışlar içerisindeyim. Kitaplarıma bakıyor, geceyi sükunet içinde geçiriyorum. Saatin oldukça ilerlediğini gördüğümde artık kalkma vakti geldiğini düşündüm ve yatağıma doğru meylettim. Yalnızlık içinde geçen ömrüm karanlığın filizleri ile birleşip hemen hemen her gece tekerrür ederdi. gecenin sessizliğine dikkat kesildim bir an. birden boşalırcasına bir yağmur başladı… “hayırdır inşallah?” diyerekten yatağımın baş ucundaki pencereye doğru süzüldüm bu sefer. gecenin sessizliği bozulmuş içime huzur dolmaya başlamıştır.

Bir yay sesi işittim birden bir akort sesi eşliğinde. Gecenin huzuruna eşlik eden nedir? Etrafı hoş melodiler kaplamaya başladı… Gözlerimi kapattım. Sesin kaynağı bir telli idi… ancak keman desen değil… bu ondan daha büyüktür, daha yumuşak… şekli kadına benzer kalınlaşıp incelir ve tekrardan kalınlaşır… Çellodur bu. Müziğin nereden geldiğini umursamadan yalnızca kulaklarım ile takip ediyorum. Son doruğa geldiğimde gözlerimi aralayıp karşıma bakıyorum. saat geç olmuştur. Işığın sınırları geçmesi yakındır. Tan vaktidir tam.

Bir cam var karşımda boyu boyuna uzanan. Ardına almış ufuğu, almış elline yayını, notalarını ortaya koyan bir adam var. Adam gözlerini kaparmış, kollarındaki adeleleri yayın hareketleri ile oynaşıyor… Yalnızca çalmıyor, hissediyor da… Adam ile aramızda bir pencere değil bir dünya var sanki. O; kumral, kıvırcık saçlı…yumuşak bir çene ve adeleli kollar. Çelloyu kavrayışı bir hatunu kavrayışı gibidir sıkı ve benimsenmiş… Yerimde duramamaktayım. Gözlerimi kapadım. Ruhumu notaların eşliğine bıraktım. Tüm gecenin durgunluğu birden üzerimden uçtu gitti… Önce salınmaya başladım… sağa ve sola ve tekrar sağa ve sola belim ve kalçam bir birlerinden bağımsızcasına süzülüyordu… adam yayı her indirişinde omuzlarım aşağı iniyor; her kaldırışında tekrar doğmuşcasına doğruluyordum. Etrafımı saran hava olağan gibi değildi… Edalar durdu. Ben durdum. Araladım gözlerimi… adam gözlerini açmış bana bakıyor. Bakıyor bakmasına ama öyle değil… kumar bakıyor, bakıyor geçiyor. Sanki içimi görüyormuşçasına… kahverengi gözleri var. etrafını çevreleyen kirpikleri gür ve güzeller. Onu bu kadar net görebilmemin nedeni, arkasına aldığı ufaktan çıka gelen ışıktır. Işığın olduğu yerde, karanlık bulunmaz…Nereden çıktı geldi bu adam birden aldı götürdü beni bu güne kadar tatmadığım tatlara,hazlara… Adam hala gözlerime bakıyor… Ben dansın verdiği şehvet ile hala nefes nefese… Adamın yüzünde bir değişiklik oluyor… Gülümsüyor bana… son hatırladığım bu oluyor. Sonrasında karanlığın filizleri beni ait olduğum yere çekiyor… O yüz, o eda, o müzik sadece bir görüntüden ibaret kalıyor. Karanlık filizlerin beni kuşatmasına izin veriyor ve açıyorum kollarımı.

Adamın beni son görüşü böyle oluyor. Üzerine uykuya gönderiliyorum. şimdi sıra uyumakta… ama nasıl olur? O ses, o eda, o bakış, o gülüş nasıl aklımdan çıkarırım ki o adamı? Anlam verememiş olmama rağmen hala içimde bir şeyler kıpırdıyor titriyor, dönüyor, dans ediyor… Uzun yıllardır bu topraklarda hüküm sürüyorum ama böylelerine hiç rastlamamıştım. Acaba olur da tekrardan görebilir miydim o adamı? Adı nedir acaba? Beni doruğa ulaştıran bu adam kimden kimlerdendir acaba? bu gece için bunca soruya verilecek ne cevap varıdır ne de zaman… Şimdi ihtiyaç olan tek şey biraz aradır ara… Ve tıngırtılar arasında rüyalar alemine bir kapı açıp, dalar giderim…

BÖLÜMSÜZLÜK

Her gece ona olması mümkün olmayan her şekilde yaklaştım… Önce bedenim sonra ruhum… Bedenimi durduran engellerim vardı karşımda; boyu boyuna uzanan o cam duvar ama ruhum için durum biraz daha engelsiz bi o kadar da zordu… Her gece daha da yakınlaşıyor ama güneşi karanlığımı deliyor, kendimden feragat edemediğimden ayrılmak zorunda kalıyordum… Bir sonraki geceye kadar

Bir gece onu ve ışığını her daim yanımda tutabilmek için hayalimi karaladığım küçük çizim defterimden bir sayfa kopardım… Özensizce çizdim onu, yüzünü… Ellerimle dokunamıyordum belki evet ama en azından ruhum tanıyordu onu… Aldım o yırttığım sayfayı cam duvarın altından attım bir gece… O gece umutlarımın son bulduğu geceydi… Karanlık filizlerim beni geceye çektikten sonra onun günü aydı uyandı; benim günüm karardı uyudum.

Gözlerimi araladım… Paytak adımlarla duvara yürüdüm. Uykumun verdiği şehlalıkla etrafa bakındım dikkat kesildim o gece hiç nota yoktu etrafımda… Karanlığım titreşti… Duvar yerinde yoktu. Güneşin oğlu yalnız sandalyesinde, oturmuş parlamadan, başını yere eğmiş duruyordu.

Ritimlerim değişti… Beni duymuş olmalı ki, yüzünü kaldırıp bana baktı içime işledi “Güzel çizimmiş” dedi

Sesi tanrının kanıtıydı… Bir senfoniyi tamamlayan o en küçük ama olmazsa olmaz bir parça gibiydi… Adam gibiydi

Beni görebiliyordu. Benliğimi anlık bir çıplaklık sardı… O geceler, geceleri toplarken ruhum ile etrafında dolaştığım, adam beni hissedebiliyordu… Gözlerim doldu. Yere düşen her damla Ay'ın ışığı ile bütünleşip inci olup yere seriliyordu.

Sandalyesinden kalktı, tüm çıplaklığı, tüm benliği ile karşımdaydı. Çıplaklık bedenimden ayrılıp, onu sarmaya başladığında yerimden kıpırdamaya başladım… Ürkek bir ceylan misali ona meylettim her adımım da daha da buram buram artan kokusu başımı döndürüyordu… Ne de olsa o Güneş in oğluydu… Bambaşka bir benlikten geliyordu… Dengemi kaybettim ve sendeledim. Beni saran koku tenimle bütünleşmeye karanlığımda delikler açmaya başladı ama beni tutan güçlü kolları dengemi tekrar kazanmamı sağladı. Bir avucu ile kavradığı yüzümü kendine çevirdi oysaki ben beni yakmasından korktuğum gözlerine bakmaya korkuyor ve onun gerçek olduğuna kendimi inandırmak için ona, vücuduna bakıyordum. Gözleri gözlerimi buldu ve ağzından “Seni görebiliyorum” notaları döküldü.

Kahverengisine boğulduğum gözleri; samimiyetin sıcaklığı, acının verdiği netlik ve arzunun verdiği bakışları ile içime işliyordu…

“ Her zaman gördüm ama sen asla bunun farkına varmadın…” Diye devam etti

Devam etmesine etti ama ben edemedim…


"Beni kabullenişini kabullenemiyor gibiyim." dedim ve başımı çevirdim, uzaklaştım ondan… Uzaklaşışım bir hakaretten başka bir şey olamazdı. Onca zaman belki 1 yıl oldu… Beni görmesine karşın tepki vermeyişleri tek bir gece de mi yok oldu? Bunca zamandır indirmediği camdan duvarı neden birden indirdi? Onu arzuladığımı bilmesi, onu sevdiğimi kavrayabilmesi tek bir çizime mi bağlıydı? Geldiği yerdekilerden çok daha önemsiz… Çok daha kötü bir çizime hem de Hayır… Güneşin oğlu… Bana bu kadar çabuk teslim olamazsın. Evet sana duyduğum şeyi arzu diye basitleştiremem, aşk diyerek salak duruma düşmem, bağlılık diyerek takıntılaştırmam, sevgi bu… Var oluşunla sevdim ben seni. Ruhuma dokunuşunla, bazı geceleri sabaha taşıyan saatlerde çellonu cama yaslayıp kollarını kafanın arkasında birleştirip bana bakmalarını… Seni sen olduğun için sevdim. Sırf çello ile bütünleştiğin için ya da onun ahengi için değil! Senin ahengin için ruhunun ruhumu çekişi için. Bana hareket kazandırdığın için, beni tamamlayacağını bildiğim için senin boşluklarını doldurabileceğimden emin olduğum için… Benim siyahlarımı beyazlarınla doldurabileceğin için. Beraber bu dünyaya hız, tat ve tutku katabileceğimiz için… İmkansızlıklarımız için sevdim seni. Seni… Vücudunu, o az çıkık olan göbeğini, omuzlarını, bakışlarınla bütünlenen yüzünü… Çizilebilesi her kıvrımını sevdim ben senin. Seni beni görmeyişinle bile sevdim.

Şimdi gelip bana beni sevebilme ihtimalinden bahsediyorsun.

Kulağıma yaklaşıp saçlarımı geriye attı ve fısıldadı; “Belki de sen tek doğru insansındır…” Yüzümü kaldırıp gözlerime baktı. “…Çünkü sevebilen insan; doğru insandır.” O an suratına yayılan gülümseme... Kendimi görmek istedim.

Sanırım hayatımda hep bu gün için bekledim, sırf bu an için var oldum. Kalbimin senin kalbine karıştığını hissettim. Doruklarına ulaştım sevgimin.

İşte o zaman imkansızlığımıza imkansızlık kattın. İşte o zaman bana ilk ihanetini yaptın…


'Son'suzluğa Doğru İlk Adım

Parlamaya başladı Güneşin oğlu gitmesi gerekiyordu artık…

Gözlerimin içine baktı. Bir söz söyleme gereği duymadı sadece gözlerime baktı :)

Ayın Kızı'na hiç “seni seviyorum” demeden döndü arkasını çünkü biliyordu bakışların, davranışların, ritimlerin üstünlüğü sözlerinkinden fazlaydı.

Döndü arkasını… Tutmuş olduğu eli bırakmaya yeltendi ve bıraktı. O uzaklaştıkça, yerden camdan bir duvar yükselmeye başladı, o ne kadar uzaklaşırsa o kadar yükseliyordu.

Ardındaki gün beklenmedik şeyler oldu…

O gelmedi.

Yaklaşık bir ay boyunca Güneşin oğlu sandalyesine hiç gelmedi. Her geceyi sabaha bağlayan saatlerde Ayın Kızı camdan duvarın önüne bağdaş kurdu ve o saatlerini orada öylece oturup onu bekleyerek geçirdi. İlk başlarda sadece oturuyordu sonra onu beklediği zaman boyunca kulağına çalınan o şarkıyı dinlemeye başladı “Beyonce-crazy in love” bu şarkıyı ne zaman duysa Güneşin Oğlunu kendine daha yakın buluyordu.

Bir gece karanlık filizlerinin arasında huzursuzlanmaya başladı Ayın Kızı… Karanlığına karanlık kattı. İçinde nedensiz bir hüzün dalgalanıyordu.

Bu güne dek yapmaya alışık olmadığı bir şey başına gelmeye başladı… Karanlık filizlerinin üzerinde ağlayamaya başladı… Ağladı… Ağladı… Ağladı…

Bir gün ağladı… İkinci gün ağladı… Üçüncü gün ağladı…

Üç gün boyunca çıkmadı karanlık filizlerinin arasından… Hep yatıyordu… Dönüp durup nedensizce ağlıyordu… Sonra karanlık filizlerinin üzerinde doğruldu ve kendi yansıması ile karşılaştı aynada

Ağzından dökülenler aynen böyleydi “ Ne yapıyorsun sen? Neden ağlıyorsun sen? Kimsin sen?” Ayın Kızı; Karanlık filizlerinden kurtulup koşmaya başladı nereye gittiğini bilmeden… Göz damlaları yerine ter akıyordu… Kalbi ve vücudunun ritmi ivme kazandıkça kendini buluyordu…

Koştu kız, koştu… Sonra durdu. “Artık iyi misin” diye sordu kendine. Gülümsedi kendi kendine. “Sen busun ya!” diye bağırdı Ay'ın krallığında. “Sen busun!” “Sen hiç bir zaman güçsüz değilsin. Sen her daim güçlüsün!” “Nedenini dahi bilmediğin bir şey için… Sakın. Sakın bunu kendine yapma. Sen sıradan bir insan değilsin. Sen Ayın Kızı sın” diye geçirdi içinden. Söyledikleri kendini tatmin etmeye yetmişti. Krallığa geri döndü. Ve yorgun düşmüşlüğü onu uykuya kelepçeledi.

Ve rüyalar alemine çekildi. Ama bu sefer hiç ne normal değildi.

Rüyasında hiç olmadığı kadar aydınlık vardı. Her taraf bembeyazdı. Yuvarlak, iki kişilik metalik bir masa ve iki sandalye vardı. Sandalyenin birinde çıplak bir adam dirseklerini bacaklarına dayamış, elleri ile yüzünü kapatmış, vücudu hıçkırıkları ile sarsılıyordu…

Ayın kızının varlığını hissetmiş olacak ki başını kaldırdı adam. Oydu. Ayın kızı bu gerçeklik ile sarsıldı. Tam bir aydır onu ne görmüş ne de duymuştu ne hayatta ne de ruhlar aleminde… Şimdi ise bu… burası normal değildi.

Güneşin Oğlu, doğruldu kıza baktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.

“Lütfen otur” dedi ayağa kalkıp ona meyledip sandalyeyi çekerek. Ayın Kızı ne ile karşı karşıya olduğunun farkında değildi. Güneşin oğlu dayanamadı ve bir kaç adım atıp Ayın Kızını sardı. Ama öyle böyle değil. Kızacağız neye uğradığını şaşırdı. İlk önce sıcak ve titreyen bedenini hissetti teninde sonra adeleli kollarını… Ve sonra burnu keskinlikten buruştu. Kokusu… Bu güne dek hiç bu denli keskinliğini hissetmediği o kokuyu içinde hissetti, iliklerinde… Sanki beynindeki sinir nöronları kokuyu her hücresine taşımış gibi… Her yerinde hissetti….

Oysaki rüyalarda koku duyulmazdı :)

Güneşin Oğlu hıçkırıkları arasında kızı sardığı kollarını gevşetti. Elleri ile kollarını tuttu ve sarstı kızı… Ağzından çıkan tek sözcük gurubu “ÖZÜR DİLERİM" idi.

Aydınlık yavaş yavaş söndü. Ayın Kızı karanlığına kavuştu ve açtı gözlerini birden. Duyduğu kokunun keskinliği hala burnundaydı…

Anlam veremedi bu duruma. Tarihe baktı

Günler günleri kovaladı.

Artık kız duvara gitmez olmuştu… Bir gün tesadüfen odadan odaya geçerken duvarda bir matlık gördü ve yaklaştı.

O camdan duvar eskisi gibi değildi artık. Buğulanmış ve arkasına bir kaç tane daha duvar daha konulmuştu.

Duvara sırtını dayadı ve yere oturdu. Bedenini karanlıkta bırakarak ruhunu gönderdi aydınlığa.

Güneş in diyarlarında oğlanı aradı… Oğlanı buldu. Ama yanında bir kız vardı Yanı başlarına baktı. Yanı başlarında o tarih vardı.

O tarih Güneş'in Oğlunun ondan özür dilediği tarihti.

İşte her şey o zaman anlam kazandı.

Ay'ın kızı durdu. Baktı. Onlara, hallerine.

O kadar yüzeyseldiler ki… Onlara baktığında içinde en ufak bir duygu parçası ayaklanmadı. Ne acı ne de kıskançlık… Sadece baktı onlara ve mutlak aşklarına…

Oğlana baktı. Gülüyordu Mutlu görünüyordu. Ayın Kızının suratında bir tebessüm oluştu ve kendi krallığına, ait olduğu yere yavaş adımlarla ilerlemeye başladı.

İşte bu ‘SON'SUZLUĞUN başlangıcıydı.

.


Bırakamadı kız çizmeyi… Her yerde ezberlediği suratı vardı. O şarkı vardı. Her “artık yeter!” dediğinde; “Sevebilen insan doğru insandır” sözlerini işitti kulağında. Sırf bu yüzden savaşında pes etmedi. Hala belki bir gün o duvarlar iner de Güneş'in Oğlu onu görmeye gelir diye bekledi. Ama öyle bir şey olmadı. Hem oğlan kıza bir söz vermemişti ki, ona hiç seni veriyorum dememişti. Oğlan ona hep ihtimallerden bahsetmişti. Bu durumda ne kimse kaybetmişti ne de kimse kazanmış.

Kız oğlanın ardından hiç ağlamamıştı ama duyduğu boşluk kelimelerle betimlenemeyecek kadar derin ve büyüktü.

. .


Gün geldi. Kız bırakması gerektiğini anladı. Bu olayı aşama aşama yaptı. Önce kendini kandırdı.

Sonra mekan değişikliğinde bulundu. Komşu krallığa gitmişti Ayın Kızı

Artık Güneşin Krallığına daha yakındı. Bu arada Güneş'in Oğluna "Minator" demeye başlamıştı çünkü onun gözünde hiç bir insan ona bu türlü bir densizlikte bulunamazdı…

Bir hayali vardı kızın. Güneşin Oğlunun doğum yıl dönümünde onu betimleyen bir dağın eteğindeki sandalyesinde oturmuş çello çalan bir Minatorun resmini yapacağı yağlı boya tablosunu ona ulaşması üzerine krallığına gönderecekti. Ama bunu yapmak sadece bir düşünceden ibaretti…

Gelmiş olduğu komşu krallıkta ölmüş olan annesinin mezarlığı bulunuyordu. Annesinin diyarlarıydı oralar…

Annesinin mezarına gidip ara ara içini döküyordu.

Minator Bey'inin yani namı diğer Güneş'in Oğlunun içinde yarattığı boşluğu bu denli kapatıyordu. Gün geçtikçe azalıyordu.

Bazı kuzgunlardan gelen haberle onların mutlu olduğunu söyleyen bir kaç haber işitti. Ve artık bırakması gerektiğinin farkına vardı…

‘SON'SUZLUKLARI böylece devam ediyordu. Minator Bey'inin penceresini göremiyordu evet ama onun cephesinde;

Her zaman gözünde adam olarak, yaşanılmamışlık ve özlem içeren; kimseyle paylaşamadığı hikayesi olarak kalacaktı. Kalbinin en derinlerinde saklanacak olan.

BELKİ DE ARTIK ANLATILABİLECEK KADAR SIRADANDIR.

KİM BİLİR?

Comments


bottom of page